27 Aralık 2010 Pazartesi

"fazıl say festivali" hakkında


ajans2010'un dahil olmadığı ender projelerden biri olan "bifo & fazıl say festivali" cumartesi akşamı say'ın "istanbul senfonisi" adlı yapıtının türkiye prömiyeriyle sona erdi.
tam da ajans2010'a yaraşır/yakışır bir yapıttı "istanbul senfonisi".

maalesef fazıl say gibi aydın ve yenilikçi olması, farklının ve daha önceden yapılmamışın peşinde koşması, çağımızın/günümüzün nabzını tutması ve ileriye bakması gereken, ve müzik alanında çağımızda neler yapıldığını yakından izlediğine emin olduğum bir besteci-piyanist için "istanbul senfonisi" müzikal seviyesi, içeriği ve fikirsel yaklaşımı açısından pek zayıf bir yapıttı.

yapıt bittiğinde lütfi kırdar kongre salonu yıkılacakmış gibi inledi alkıştan. hele fazıl say sahneye çıkınca millet çılgınlar gibi bağırmaya, hatta haykırmaya başladı. fazıl say da o gaza dayanamayıp, şef kürsüsüne çıkarak selam verdi.
haddim olmayarak: fazıl say salondakilerin kalbinde "fazıl say" olsa da, yerini bildiği zaman esas "fazıl say" olmaz mı!

"istanbul senfonisi"nde takılacak çok şey var. küçük bir detayla başlıyim, belki genişletirim:
fazıl say gibi aydın, eğitimli, hayata sorgulayarak bakan; yüzeyin altındakini, ilk bakışta, sıradan gözlerle görünmeyeni ortaya çıkaran (dinleyiniz: sayısız konseri ve albümü) bir sanatçının istanbul'da "huzur bulduğu" ve "en güzeli", "en muhteşemi" ve "apaydınlık bir islam şaheseri" olarak nitelendireceği cami maalesef sultanahmet camii olmamalıydı.
batılıların taktığı isimle nam-ı diğer "mavi cami"nin istanbul için en önemli özelliği, bu şehrin "en turistik camisi" olması; yoksa mimari ve estetik açısından en yetkini olması değil.

bir kere; istanbul sinan'ın, mimar sinan'ın şehri. eğer sadece osmanlı dönemi ele alınacaksa istanbul sinan ile kimliğini kazanmış bir şehir.
fazıl say'ın istanbul'a sinan'ın gözünden bakmasını dilerdi gönlüm. sinan'ın bir camisi; illa büyük ve görkemli olacaksa şehzade veya süleymaniye, küçük ama mücevher gibi olanından isterseniz rüstem paşa veya üsküdar mihrimah, kenarda kalmış arıyorsanız kadırga veya azapkapı sokollu ya da edirnekapı mihrimah.
saydıklarımın istinasız hepsi; bakan değil gören gözler için, zarfa değil mazrufa bakanlar için sultanahmet'ten kat be kat tatminkar, huşu ve ilham verici yapılar.
ama tabii önemli bir detayı atlıyorum ben, değil mi! bunlardan çok azı, nerdeyse hiçbiri "istanbul senfonisi"ni ısmarlayan almanların bilebileceği yapılar.

berliner zeitung gazetesinin 26 kasım 2010 tarihli sayısında ek olarak verilen kültür-sanat etkinlikleri bülteninde fazıl say ile ilgili uzun bir tanıtım yazısı var. malum, say 2010-2011 sezonunda konzerthaus berlin'in "artist in residence"ı; say bu sezon bu salonda resitalden orkestraya, ikiliden oda müziğine kadar uzanan geniş bir yelpazede 11 konser verecek. etkinlik 9 haziran akşamı düzenlenecek "lange nacht des fazıl say" (fazıl say'ın uzun gecesi) adlı say'ın arkadaşlarının katılacağı geniş kapsamlı bir konserle sona erecek.
29 ocak'ta çalınacak "haremde 1001 gece" adlı keman konçertosu vesilesiyle; fazıl say'ın 2008'de avrupa kültürlerarası diyalog elçisi olarak seçildiği belirtiliyor ve şu sözlerine yer veriliyor: "orada, türkiye'de, beethoven ve mozart çalıyorum, ki bu müzik orada ender icra ediliyor. burada ise; türkiye'den müziği kendi kompozisyonlarıma entegre ediyorum. beni elçi olarak adlandırsalar da adlandırmasalar da önemli değil: bu benim doğamda var, kendiliğinden gelişiyor."
fazıl say'ın bu sözlerine rağmen, haddim olmayarak, "istanbul senfonisi"nden -"haremde 1001 gece"yi de katarak- şu izlenimi edindiğimi söylemeliyim: fazıl say kendi kültüründen, özünden, birikiminden yola çıkacağına sanki biraz batılılara oynamış, onlara "tanıdık gözükmeye" çalışmış.

belki "biraz" az kalıyor! "istanbul senfonisi" vıcık vıcık doğu oryantalizme bulanmış bir yapıt; üç günlüğüne istanbul'a gelmiş ve şehri en yüzeysel taraflarıyla tanımaya kitlenmiş "sıradan" bir avrupalıya hitap ediyor.
buyrun yapıtın bölüm adlarına: adlar fazıl say'dan, (parantez içindekiler benim eklemelerim):
1. bölüm: "nostalji" (osmanlı, mehter marşı)
2. bölüm: "tarikat" (galata mevlevihanesi)
3. bölüm: adı üstünde zaten "sultan ahmet camii"
4. bölüm: "hoş giyimli genç kızlar adalar vapurunda" (bunun da adı üstünde: hiç bir turistin es geçmediği bir günlük adalar turu)
6. bölüm: "alem gecesi - oriental night" (kumkapı veya beyoğlu'nda bir akşam yemeği, tercihen galata kulesi de olabilir)
7. bölüm: "final" (günümüz turistinin kentte oradan oraya koştururken içine düştüğü trafik, keşmekeş)

"istanbul senfonisi" neden yedi bölüm? fazıl say açıklıyor: "çünkü eski istanbul yedi tepeliydi".
peki günümüzdeki?

"istanbul senfonisi"nde bizans yok! var aslında da, keşke olmasaydı; fetih günüyle var, düşerken; 1. bölümde.

sadece osmanlı ve türk istanbul'uysa anlatılan "istanbul senfonisi"nde turistik açıdan iki "hayati" eksik var: hamam ve boğaziçi!

"istanbul senfonisi"nde tek fazlalık 5. bölüm: "haydarpaş garı'ndan amadolu'ya gidenler üzerine"; zaten o bölümü dinlerken say'ın -bence başyapıtı- "nazım oratoryosu"nu duyar gibi oluyor insan.

"istanbul senfonisi"nin her açıdan tek doğru düzgün ve müzikal açıdan yaratıcı bölümü (küçük bir oda müziği yapıtı gibi olan) dördüncüsü: "hoş giyimli genç kızlar adalar vapurunda". tanpınar'ın "huzur"undan bir bölüm sanki; nuran ada vapurunda.


sipariş veren konzerthaus dortmund'un müdavimleri "istanbul senfonisi"ni, cumartesi akşamki istanbullulardan daha severek dinlemişlerdir herhalde; yazın geldikleri, gezdikleri istanbul'u tatlı tatlı hatırlayarak.
ancak fazıl say stratejik bir hata yapmış: ney, kanun ve türk vurma sazlarını solistlik seviyesinde kullanarak. ilerde, yıllar sonra, bir batı orkestrasını bu yapıtı icra etmekten caydıracak mükemmel bir neden yaratmış çünkü.

halbuki, fazıl say; sadece -çok iyi bildiği- batı çalgılarını kullanarak ve bu kadar betimlemeci olmadan; soyut anlamda istanbul'un havasını, atmosferini hissettirseydi, anlatsaydı ne iyi olurdu. ikinci bir "esintiler"e veya "köçekçe"ye ihtiyacımız var mıydı!

her şey bir yana; 12 dakikalık birincisi dışındaki bölümler o kadar kısa ve basitler ki, bu yapıta "senfoni" demek bile tartışmalı. zaten gürer aykal bu zaafı fark etmiş olmalı ki, -en azından- 6. ve 7. bölümleri birleştirip çalarak çare bulmaya çalışmış; tek başlarına bir bölüm olamayacak kadar zayıf oldukları için.


fazıl say'ın, yapıt öncesinde gürer aykal'la yaptığı mini söyleşide "avrupa'da hemen hemen her şehre ithaf edilmiş bir senfoni var, istanbul'un senfonisi yoktu, ona bir senfoni yazdım" dedi.
istanbul'u konu edinen benzersiz bir senfonik yapıt var aslında! kamran ince'nin "fall of constantinople"ı. gerçi bilinmemesine imkan yok ama yine de hatırlatmak istedim. malum, türk insanının hafızası balığınkinden zayıftır.

...

fazıl say'ın "istanbul senfonisi"ndeki yaklaşımını, perşembe akşamı çalınan keman konçertosu "haremde 1001 gece"de de görmek mümkün.
bu yapıtı iki sene önce yine bir aralık akşamı, john axelroad yönetimindeki cemal reşit rey senfoni orkestrası'ndan, yine "çıplak ayaklı kontes", pardon kemancı, patricia kopantchinskaja solistliğinde dinlemiştik.

fazıl say gibi türkiyeli bir adam 21. yüzyılda bir konçerto besteler de, adını neden "haremde 1001 gece" koyar, akıl almıyor!
hiç utanmaz mı bu 19. yüzyıl oryantalistiliğine!
ingres'in çağında mı yaşıyoruz! günümüzde bir ressam ingres'in hamam-haremleri gibi tablolar yapsa, avrupa'da dönüp bakan olur mu! herkesi bırakın bir kenara fazıl say'ın kendisi dönüp bakar mı!

tabii, yine ısmarlayanlar avrupalı (bu sefer luzern senfoni orkestrası); sırf adıyla bile bu yapıt onları cezbedecek, hiç bir zaman dinmemiş oryantalist damarlarını besleyecek, ve ne yazık ki batılının türkiye'yi arabistan'la bir tutan yüzeysel bakışını olumlayacak!
artık istediğiniz kadar "bizde deve yok, uçan halı yok, çöl ve vaha da yok; burası arabistan değil, karıştıryorsunuz!" diye çırpının; arabeski lanetleyen -ve aşağılayan- fazıl say bile bizi avrupa'ya böyle satıyorsa, iş işten çoktan geçmiş demektir!

sahi; fazıl say'ın yukarıda bahsettiğim yapıtlarının içerdiği nostalji, alaturkalık, hüzün, dert ve sarhoşluk halini betimleme tarzı, arabeskle yakın akraba değil mi! illa müslüm gürses mi olmak lazım "arabesk" olmak için.
ve neden; yakın zamanda fazıl say durup dururken ve bir anda şiddetli bir şekilde ateş püskürdü arabeske!

adı ve oryantalist yaklaşımı bir tarafa, keman konçertosu "istanbul senfonisi" kadar "eski tarz" bir yapıt değil. fazıl say'ın keman için yazdığı parti herhalde keman repertuarının ilginç ve benzersiz örneklerinden biri olarak yazılacak müzik tarihine.

...

festivalin perşembe akşamki konserinde istanbul prömiyeri yapılan "nirvana yanıyor" fazıl say'ın kendisini temize çektiği yapıttı bana göre.

zaten herhalde salzburg festivali'nin siparişi olan bu yapıtta, yukarıdakilerdeki gibi kolaycılığa soyunmaya cesaret edemezdi say. neticede orası klasik müziğin "creme de la creme"i; orada ne kolaycılığa, ne eski kafalılığa, ne de pastişliğe yer var.
aynı festivalde çalınan wagner'i, schönberg'i, berg'i bir kenara bıraksa da insan; boulez'in, rihm'in, henze'nin yapıtlarıyla yanyanayken eli gitmez herhalde o oryantal notaları yazmaya, icra etmeye.
iyi ki de gitmemiş; "nirvana yanıyor" küçük ve kısa bir başyapıt. sacha goetzel'in şefliğindeki borusan istanbul filarmoni orkestrası da bence bu yapıtta, diğerlerinden fersah ferah önde bir performans çıkardı.

aynı akşam, hemen "nirvana yanıyor"un ardından çalınan prokofyev'in "romeo ve juliette süitlerinden bölümleri" hem icra açısından muhteşemdi hem de program seçimi açısından isabetliydi.
"romeo ve juliette süiti", "nirvana yanıyor"un "nirvana" ve "yangın" bölümlerinde anlatılan mutluluk/huzur/aşk ve karanlık/korku/ölüm duygularının ikiliğini devam ettirdiği gibi, müzikal açıdan da "nirvana yanıyor"un etkisini sürdürdü.

...

istanbul'un avrupa kültür başkenti olduğu 2010'un bitmesine bir hafta kala, yıl içinde düzenlenen en heyecanverici etkinliklerden biriydi bu festival.
fazıl say'ın yeni yapıtları birikince, tekrarlanması dileğimle...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder