19 Haziran 2010 Cumartesi

konstantiniyye'den istanbul'a kongre vadisi'nin lirik hikayesi!


dün akşam arkeoloji bahçesindeki polonez caz yerine açıkhava'da lirik tarihi tercih ettim.

bu sene ilk açıkhava tiyatrosu konserim; belki de sonuncusu.
istanbul'un iki numaralı parkının, bir peri [buradaki peri türsab oluyor] dokunuşuyla nasıl kısa sürede bir kongre vadisine dönüştürüldüğüne birinci elden tanık olmak için bu yaz bol bol fırsatı olacak istanbullu gösteriseverlerin.
[türsab, istanbul arkeoloji müzesinin işletmesini aldı yanılmıyorsam; artık iskenderin lahtini masa niyetine mi kullanırlar yoksa müzede bolca bulunan sikkelerden kolye mi yaparlar; hayalgüçlerine kalmış, cesaretleri var çünkü!]

yeni yapılan yeraltı kongre merkezimiz için, buzdağı benzetmesini kullanmayacağım; çünkü gerek üst kottan, gerek alt kottan, gerekse de uzaklardan feci şekilde sevimsiz, abartılı ve gayriinsani duruyor, algılanıyor, gözüküyor.
açıkhava ile kongre merkezinin arayüzü olan kıvrımlı yol yayalaştırılmış; taşıtlar alttan geçiyor.
yayalaştırılmış yolun bir cephesi bütünüyle sağır; kongre merkezinin belli aralıklarla tekrar eden, sanki mısır'daki piramitlerin girişleri gibi dışarıya fırlamış servis modüllerini ve muhtelif havalandırma bacalarını görüyoruz: içleracısı çirkinlikte!
yani; kongre merkezinin aşağıdan gözüken cephesi, okullarda mimarlığın nasıl olmaması gerektiğini anlatmak için çok güzel bir örnek.
bu zavallılığın içinde, -sanırım 19.yy sonu- duvar çeşmesi de, iki yanına kondurulmuş uyduruk nişlerle utancından ağlayacak gibi.

yolu aşağı alıp açıkhava'nın önünü yayalaştırmanın, konser etkinlikleri açısından tek ve en büyük faydası, konser biter bitmez açılan kapılardan içeriye hücum eden gür ve bet sesli "bostancıııı" "bostancıııı" nidalarını kesmiş olması.
[tiyatro festivalinde bir oyun çıkışı, taa orduevi'nin önünden bir dolmuşçu öyle bir "bostancıııı" diye bağırıyordu ki, yerler taş, bina metal, ses sert zeminlerde yankılandıkça bütün o boşluk [meydan diyemeyeceğim, meydanlara hakaret olacak] çın çın çınlıyordu.]
öyle ısrarlı ısrarlı "bostancııı" diye bağırıyorlar ki, sanırım bir konser çıkışı dayanamayacağım, hiç düşünmeden bineceğim şu bostancı dolmuşlarından birine; artık o saatten sonra tekrar avrupa yakasına nasıl dönerim bilmem; belki de dönmem!

dün akşamki konserde "bostancııı" "bostancıı" yoktu ama başka bir gürültü vardı, anlatıyim:
[kendi konusunda dünyanın bir numarası olan tanztheater wuppertal 'in "nefes"inin biletleri 23 tl. iken, adını sanını ilk defa bu konserle duyduğumuz, amerika'da yaşayan bir türk müzikologun, dr. mehmet ali sanlıkol'un tasarladığı "konstantiniyye istanbul" gösterisinin en ucuz bilet fiyatı 56 tl idi. ben de ancak o kategoriden bilet alabildim.]
açıkhava'da 500 kişi bile ancak olduğundan önlere, birinci halkaya geçtim. iyi ki öyle yapmışım; konserin sonlarına doğru, etrafımdakilere dayanamayıp yukarılara geri döniyim deyince anladım neden iyi yaptığımı: açıkhava'nın arkasındaki gece külübünün bangır bangır seslerini engelliyormuş meğer birinci halkayı çevreleyen duvarlar; ikinci halkanın etrafı bütünüyle açık olduğu için, gece kulübünde çalan müzikler olduğu gibi konseri bastırıyordu.

bu kadar gürültü kalabalığı yeter, artık konserden bahsetme zamanıdır, yoksa afaganlar basacak yazmaktan vazgeçeceğim.

ilk defa habitat'ın açılışında akıl edilen, çoşkuyla karşılanınca aynı yıl 29 ekim bayramında da tekrarlanan, sonrasında istanbul'daki her türlü uluslararası etkinliğe dahil olan, zamanla taklitlerinin de çıktığı, en son, 2010 etkinliklerinin açılışında yeniden ısıtılarak tazelenen "lirik tarih" adlı bir postmodern, eklektik gösterimiz var ya; işte, dün akşamki "konstantiniyye istanbul" konseri onun düzgün ve akademik olanıydı.
konser başlamadan, özenle hazırlanmış ancak maalesef bir sürü türkçe hatası bulunan, konser kitapçığını okuyup çalınacak eserlere şöyle bir göz attığımda bayağı bir heyecanlanmadım değil.
istanbul'un tarihi, müzik yoluyla ve dönem çalgıları kullanarak antikiteden günümüze bir kitap bir hikaye gibi takip ediliyordu. program ince ince düşünülerek, araştırılarak ve akademik hazırlanmıştı.

programın açılışını yapan, günümüze herhangi bir müzik notası kalmamış antik yunan dönemi için mehmet ali sanlıkol, antik yunan çalgısı aulos'u da kullandığı özgün bir müzik bestelemişti.
ardından konser; schola cantorum korosunun seslendirdiği bizans vesperleri, 6. yüzyıldan popüler bizans ezgileri, ensemble trinitas'ın söylediği -konstantiniyye'nin latinler tarafından istilasını anlatan- 10.yüzyıl latince, eski fransızca şarkı ve ağıtları, ortaçağ bizans balladları, trakya dansları ve rum ortodoks kilisesi müzikleri ile devam etti.
hemen düşüş/fetih öncesinde; bizans'ın avrupalılardan yardım çağrısını konu eden bir şarkıyı, osmanlılardan korunmak için tanrıya yalvaran bir duayı ve hatta, meryem'in oğlu isa'ya konstantiniyye'nin düşüşünü şikayet ettiği fransızca bir şarkıyı dinledik.
bu son üç parçanın aralarında çeng-i harbi çalınarak, osmanlıların kente yaklaşması ve kentin düşüşü temsil edildi. fransızca şarkıdan sonra çalınan son çeng-i harbi de, kentin fethini anlatarak ilk bölümü sonlandırdı.
ikinci yarıda; türkçesiyle bildiğimiz iki popüler istanbul türküsünün rumca ve ladino okunması da ayrı bir incelik, hoşluktu. gerek ilk yarıdaki rumca sololarda gerekse bu iki istanbul türküsündeki yorumuyla, tok ancak içli sesiyle nektarios antoniou kulaklarımın pasını sildi.
mevlevilerin konu edildiği bölümde usta neyzen ercan ırmak da topluluğa katıldı.

topluluk demişken; konserin reklamı 5-6 topluluğun biraraya gelerek oluşturduğu bir program varmış gibi yapılmıştı. konser kitapçığında da sanki sekiz farklı topluluk varmış gibi gözüküyor.
ancak, gerçekte üç topluluktu konseri gerçekleştiren. nasıl mı?
1- rum ilahilerini okuyan schola cantorum,
2- ortaçağ avrupa şarkılarını söyleyen ensemble trinitas,
3- bir iki değişiklik dışında neredeyse hepsi aynı müzisyenlerden oluşan, dünya kültür/sanat vakfına ait altı grup.
akademiklik işte böyle durumlarda "fazla" kaçıyor! müzisyenler aynıysalar, gruptan gruba sadece çaldıkları çalgı değişiyorsa, bir topluluk neden farklı farklı adlar alsın ki; genel bir adı olur, topluluk çalınan esere göre azalır veya çoğalır.

...

konser esnasında sahnenin arkasındaki dev ekrandan gravürler, çizimler, notalar ve minyatürlerle hem bahsi geçen dönemler hem de kullanılan çalgıların orijinalleri gösterilerek konser görsel olarak başarılı bir şekilde zenginleştiriliyordu zenginleştirilmesine, ancak; sanki bir pop konserindeymiş gibi kullanılan janjanlı ışık efektlerine ve sahnenin bir kenarından konser boyu verilen dumana ne gerek vardı anlamış değilim!
bizans kiliselerinin buğusunu mu, latin ve osmanlı istilası altındaki kentin yanışını mı temsil ediyordu bu duman! etmiyordu tabii ki, ikinci yarıda da cılız cılız püskürmeye devam etti zavallı makina; sanırım atmosfer zenginleştirilmek istenmişti.

...

murat beşer, geçtiğimiz salı günü cumhuriyet'te yayınlanan eric clapton & steve winwood konseri hakkındaki yazısında; müziğin gücünün seyirci, organizasyon ve mekan gibi sahne dışındaki her türlü rahatsızlığın üstesinden geldiğini belirtiyordu. yine de; yazısının azımsanmayacak bir kısmında bu olumsuzluklardan bahsetmeden de edememişti.
ayşe'nin kitap kulübü'nün konser izlenimlerinde de seyirci ve mekan olumsuzlukları bayağı bir yer kaplıyor. zira, benimkilerde de.

öyle bir hal aldı ki bu durum, konser dışında herşey konserin önüne geçmeye başladı.
kişisel olarak, konsantrasyonumun çok kolay dağıldığını biliyorum, farkındayım. benim rahatsız olduğum şeylere etrafımdakiler tepki vermeyince, herhalde bende bir sorun var diye düşündüğüm oluyor çokça.
neyse ki, son zamanlarda başkalarından da benzer şikayetler duydukça/okudukça rahatlamaya başladım; yoksa benim için tek çözüm, evden dışarı adımımı atmamak olmalı.

işte dün akşamın seyirci izlenimleri:
tahmin edileceği gibi, ilk yarıda çeng-i harbi dışındaki bütün müzikler sakin, ruhani, sessizlik ve dinginlik içinde icra edilen içkin yapıtlardı; kapalı ve disiplinli bir konser salonunun mutlak sessizliğine ihtiyaç vardı. nerdeee!
ajans-2010'un sahne sanatları bölümünde üst düzey çalışanların frigo yiyerek izlediği, açıkhava'nın iki yanındaki büfelerin ışıklarının söndürülmediği, büfedekilerin yüksek sesle konuştuğu, gezgin satıcıların "sessiz sessiz" su-frigo-çekirdek-mısır satmaya devam ettiği, iki çiftin çiğdem çıtlatma kuartetinin sahnedeki müziğe eşlik ettiği, uzun ince topuklu hanımların mütemadiyen taş basamaklarda iniş çıkışları, badigardların telsizlerinden gelen seslerin konseri bastırdığı ilk yarının en beklenmedik [belki de beklendik!] ve üzerimde soğuk duş etkisi yaratan kısmı;
kentin düşüşü sırasında barkovizyonda gösterilen sultan mehmet portresiyle birlikte [ki bu görüntü grand palais-sabancı müzesi sergisi afişinden apartmaydı] seyircilerden azımsanmayacak bir kısmının alkışlamaya, evet ALKIŞLAMAYA, ve son çeng-i harb'te de tempo tutmaya başlaması oldu!

2 yorum:

  1. SEVGILI KEREM,
    SIZ BOYLE YAZDIKCA EVDE OTURDUGUMA SUKREDIYORUM!
    SAYENIZDE HERSEYDEN HABERDAR OLMAYI KEYIFLE SURDURUYORUM.
    VE BU OLAGANDISI TAKIPCILIGINIZE HERGUN SAPKA CIKARTIYORUM.
    SEVGILER

    YanıtlaSil
  2. Eric Clapton & Steve Winwood konserinde organizatör firma dakikalarca havai fişek patlatırsa; anlı şanlı (!) İstanbul 2010 ekibinin de altta kalmayıp janjanlı ışık efektleri ve duman vermesi o derece buraya özgü galiba:)

    Bob Dylan konseri sonrası şaşkınlıkla çeşmenin tam karşısında durup, arkadaşıma buradaki çeşme ne oldu diye sordum? Bana tam önümde duran çeşmeyi gösterdiğinde de afalladım. Çeşme bu halde ise, kesilip başka yere dikildiği iddia edilen ağaçlar ne halde acaba?

    YanıtlaSil